Yahya Kemal Beyatlı'nın " Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum" dediği gibi ben de nereye gitmiş olursam olayım evime dönüşü severim. Severdim..
Evim, benim mabedimdir, sığınağım , kendimle olabildiğim yerdir. Ben evi severim. Zorunluluk olmasa haftalarca evden çıkmadan yaşarım. Çünkü bana dışarıda ki hayatı aratmayacak kitabı, fotoğrafları, anı kutuları, örgüsü, bilgisayarı, I pad'i ve bahçesi var.. Her köşesinde yaşanmışlıklar.. Emeğim var..
Son dört yıla yakın süredir o çıkmamaya çalıştığım evimle kısa merhabalaşmalarımız oldu. Tam birbirimize alışırken , bavullar çıktı yeniden ortaya..
Fikret , her seferinde irili ufaklı sürprizlerle bu yeniden buluşmaları renklendirmeye çalıştı. Hemen her seferinde bir katı yenilenmiş buldum. Ya da bana özel alanlar yarattı. Özel bir adamdan özel " evine hoş geldinler " di bunlar..
Biliyorum sesinde yine o yaramaz çocuğun tınıları var. Yine bir şeyler yapıyor gibi..
Yaklaşık iki aydır buradayım ve dört gün sonra doğru havaalanına..
Bu ne demek, sabah altı- altı buçukta kalkmak zorunda olmamak, saat 22.00 ye kadar nonstop çalışmamak, yukarı katın merdivenlerini günde en az 30 kez çıkmamak, kahve makinasıyla kurduğum tutkulu birlikteliği noktalamak demek. İki katın herbir köşesindeki legolarla savaşın sonu, her sabah arsızca Ozzie'nin yatağına serilen o şeker iki kızın tüylerinden arındırmak için koca king yatağı rull up la deli gibi temizlememek vs vs..
Ayrıca , bir iki özel konseri yakalama, bahçemle uğraşma, sevgili bi metre topuklularımla buluşarak çok kısa olmaktan azıcık kurtulmak. Taytlara veda, elbiselere " nerde kalmıştık" demek.. Fiko'mla pazar kahvaltıları, arkadaşlarımla buluşma.. Ciddi özlemişim onları.. Yeşim'le kahve muhabbeti, Rehabilitasyon merkezi heyecanı, o güzelim boğaz ve iyod kokusu..
Ne varki bu kez dönüş heyecanı da hevesi de yok. Ben sanki sadece buraya aitmişim gibi. Sabahları üstüme pat diye atlayan ya da kedi gibi süzülüp sarılarak uyandıran Ronan'ın olmadığı yer ne ola ki artık.. Zeytin'nin pamuksu sarılmaları olmayan yer de ne ola ki.. Özgür'e kahve götürülmeyen sabahlar da.. Ronan'a " Honey, are you hungry, would you like something to eat" soruma, onun başını sallayıp , gözlerini açarak o şeker mi şeker," I am okey, but thank you for offering" cevabını almamak..Zeytin'le pancake yapma keyfini yaşamamak..
Bedenim gerçekten ölesiye yorgun. Şaka değil artık 67 yaşında biriyim. Ruhum yorgun , kalbim de.. Bu evin her santimi Ann.. Her karesinde elinin izi. Beraber boyadığımız banyo dolapları, monte ettiğimiz Ikea 'lar, sarılarak Downtown Abbey'i seyrettiğimiz kanape, piyanosu, giysileri, kozmetikleri, ilaç çantası.. Ann'in kendisi..
Bütün bunların içinde günde kaç kez ağlama krizine yakalanıp sadece yutkunarak geçiştirmek, yüzündeki maskeyi indirmemek. Zira burası gözyaşlarımı akıtacağım yer değil. Burası akan gözyaşı varsa sileceğim yer. Onlara gülücükler sunmam gereken yer burası.. Zorunda zoru ..
Her neyse.. İçimde sızım sızım bir sızı.. Biliyorum kısa süre sonra onlar gelecek ama onları burada yeniden bırakmak .. Bir yumru gibi.. Onlara bakarken, etraflarında koşarken, yedirip, yıkayıp uyuturken daha kolaydı. Mutluydum .. Bu şartlarda evet mutluydum.
Anladım ki dört gün sonra kalkacak uçağın tatsızlığı sindi üzerime..
Dönüşler güzeldir. Ama ben sanki dönmüyorum.. Gidiyorum.. Gitmeleri sevmem ki..