23 Temmuz 2015 Perşembe

İNSAN OLMAK NEDİR ?


İnsan olmak nedir?

İnsan, güzel bir amaç için bir araya toplanmış gençlerin ölüm fermanını veren midir?

İnsan, bir bardaki tartışmada ortalığı kan gölüne çeviren midir?

İnsan, devlete hizmet başlığı altında provakasyonlar düzenleyip, insanları birbirine kırdıran mıdır?

İnsan, işkenceyle hayat bitirenler midir?

İnsan, ayrılmak isteyen yada ayrılmış karısını öldüren midir?  

İnsan, doğurduğu çocuğu sokağa atan mıdır?

İnsan, arabayla çarpıp, ölümüne neden olduğunu bırakıp kaçan mıdır?

İnsan, aracına binen yolcuya tecavüz edip öldüren midir?

İnsan; kızına, kardeşine, yeğenine tecavüz eden midir?

İnsan, namus temizlemenin cinayet olduğunu sanan mıdır?

İnsan, ihale kazanacağım diye rakibini vurduran mıdır?

İnsan, koltuk ve güç sevdasına savaş emri verip, milletleri ölüme sürükleyen midir?

İnsan, karakola düşmüş suçluyu ,yargılanmadan döverek öldüren midir?

İnsan, para kazanma uğruna, gençleri, çocukları uyuşturucu batağına sokan mıdır?

İnsan, vatanından başka bir ülkeye kaçmak isteyen insanları konserve kutusu taşır gibi taşıyıp telef eden midir?

İnsan, kanser ilacının sahtesini yapan mıdır?

İnsan, parası yok diye acil hastayı hastanesine almayan mıdır?

İnsan, kanserli hastayı köpek vergisi yüzünden kelepçeleyen midir?

İnsan, yeşil alanları koruyacağız diyenlere mermi, bomba atılması emrini veren midir?

İnsan, küçücük çocukları kaçırıp, sakatlayıp dilendiren midir?

İnsan, fakir insanların organlarını satmak için çalan mıdır?

İnsan, para için küçücük kızını babası yaşında adama satan mıdır?

Bu liste öyle uzar ki?

2013 yılı verilerine göre dünya nüfusu 7.125.000.000 kişiymiş.

 Bunun insan olanı % kaçtır acaba?

19 Temmuz 2015 Pazar

GEÇ KALMAK..


Dün Mine hanımla bayramlaşmak için Tekirdağ'a gittik. Hem de onun en sevdiği şekilde, kalabalık.. İki araba, sıcakta tıklım tıkışık.

Ancak bu sefer öyle kapılarda çoşkuyla filan karşılanmadık. Hatta o çok sevdiği Fiko'sunun sakat ayakla gelmesi bile yetmedi. Yerinden kıpırdayan olmadı. O koca göbeğini hoplatarak koşup gelmedi. O, içine sokarcasına sarılıp, koklamadı. Defalarca, defalarca öpmedi. Öyle çığlık çığlığa " Kurban olurum size, evimi , ocağımı şenlendirdiniz de " demedi. Sofra filan da yoktu. Mis gibi dantellerin kokusu da.
 
Bir derin sessizlik vardı. O sessizliğin içinden Mine'nin bana haklı sitemini duydu kalbim.

Mine diyordu ki " Ah benim güzel kardeşim. Yıllarla sofra hazırladım bayramlarda. Gelirsiniz diye. Her tarafı çiçek gibi yaptım. Gecelerle yemekler yaptım. Herkesin sevdiğini ayrı ayrı. Patlıcanların yağını süze süze kızarttım. Yemek özürlü kardeşime dokunmasın diye. Kaç çeşit börek, kaç çeşit tatlı koydum sofraya. Dolmalarınız için yaprakları tek tek elimle topladım. Ama ben sadece bekledim. Sen öyle az geldin ki. Bayramları deniz tatili bildiniz. Mine'ydi hep gelen. Mine, gidilen olmadı. Biliyorum beni ne çok sevdiğini ama gelmen de gerekirdi be kuzum. Üzülme ama, geç kaldın"

Öyle haklıydı ki.. Ben yeterince gidemedim. Abla özlendiğinde, ablaya ihtiyaç duyulduğunda tak abla koşar gelirdi. Abla kapris yapmaz, abla gurur yapmaz, abla sadece severdi. Hep meşgul, hep bir yerlere, birilerine koşan kardeş de " O beni seviyor, sevdiğimi biliyor, beni anlıyor" mazeretininin arkasında yaşar giderdi. Hem onun için Mine sonsuza kadar onunlaydı.

Ablamdan, o derin sessizlikten gelen siteme karşı başımı önüme eğdim. Yine sessizce özür diledim, geç kalmışlığımı, ihmallerimi gözümden akanlarla yıkamaya çalıştım.

Birini, hele ki sevdiğinizi yitirdiğinizde onun için yaptığınız bir dolu şey gelmiyor aklınıza. Sadece eksikleriniz düşüyor önünüze. Acınız katlansın diye. Anladım ki insanın ne kalbi ne de beyni dost.

Kaldı ki hiçbir zaman kötü kardeş olmadım. Umursamayan, kendi hayatını yaşayan da. Mine, her zaman hayatımın merkezindeydi benim sevgi kaynağı, pamuk, çocuksu ablam. Ben sadece nazımı bir tek ona yükledim. O beni nasıl olsa bekler dedim.. Hayat bekletmedi..

Dün onun mezarı başında öyle utandım, öyle ufaldım, öyle kızdım ki yeniden kendime...
Ona sadece " Mine'm, çok özür dilerim . Sana ben gelemedim. Kızımı, Ann'i yolladım sana. Ann,  oraya aylarca yemek yiyemeden geldi. Benim yerime onu besle, ona bak " dedim.
Bütün acımla, hasretim ve pişmanlıklarımla o yumuk ellerinden öptüm, bayramlaştım. Biliyorum ki Mine yine beni sevgiyle uğurladı.

Sevdiklerinize geç kalmamanız dileği ile...

 Vedam...
 


















Ann ve ve Ozzie ile..20.08.1998

15 Temmuz 2015 Çarşamba

BİR BABALAR GÜNÜN DE...

 Hayatımın filminde başrolü dört erkek paylaştı ve ben bu dört partnerime de aşık oldum..

 

Birincisi hayatıma girmedi. Daha doğrusu ben onun hayatına daldım.

Bir yıl önce tek oğlunu kundakda kaybeden üç kız annesi olan annem, bir kız çocuğuna daha sevinememişti. . Bunun için bana "Bu da bir çiçek ama yaban gülü " anlamında Nesrin adını koyan, babam Nusret Siirt'ti. Geceleri usulca odasına girip " yarın işe gidecek, akşama kadar göremeyeceğim" diye seyrettiğim uzun boylu, 50 li yılların Hollywood aktörlerine benzeyen, iyi giyinen, güzel konuşan, iyi yaşamayı seven hoş, karizmatik adam; hoş olduğunun da etrafında ki pervanelerin de farkındaydı. Ona iki kız çocuğu daha veren pervanelerinden birine gittiğinde 17 yaşındaydım. Giderken iyi yaşam koşullarımı, güven duygumu,17 yaşın coşkusunu da beraberinde götürmüştü.
Yıllar sonra fakültenin farmakognozi laboratuvarının kapısında karşılaştığımızda , kafamda yazdığım tüm senaryolar uçtu..Sadece sarıldım ve baba kokusunu içime çektim. Hayat daha o yaşta öfkelere kurban edilecek sevgiler için çok zaman olmadığını öğretmişti. O bana baktı ve " Çok zayıflamışsın, çocuğum  ne yaptım sana ben" dedi. Neyse ki sadece bedenimi gördü. İçimdeki yaraları görseydi çok daha fazla utanırdı.  Dönmüştü ya gerisi hikayeydi.

Birkaç ay sonra yeniden gittiğinde dağılan parçalarımı toparlamam ne çok zaman aldı. Eminim ki hala da bir iki parçam bir yerlerde savruluyor...

Gittiğinden 5 yıl sonra karşısına dikilip hesap sormaya karar verdiğimde çok geç kaldığımı öğrendim. Bir trafik kazasında öleli on ay olmuştu...

 

İkinci erkeği elimde tutmayı başardım. Bu sefer senariste rica ettim rolünü uzun yazdı . Umarım yaşamın içindeki rolü de benimkinden uzun olur. Fikret Ercan'dan söz ediyorum, kocamdan.

İyi bir flört sayılmazdı. Azıcık kasıntı, randevuları unutur, sinema kapısında bekletir. Biraz da umursamaz gibiydi. Nikahta evet yanıtını vermek için çok düşündüm. Nasıl bir hayata evet diyecektim.

Boş ver..Aşıktım ben aşık.. Yaşar görürdüm. Öğrenmiştim nasıl olsa küçük anlarda mutluluk ve ardından bedel ödeme. Öderdım.

Ödemedim.. O hiç de el açılıp niyaz edilmeyecek flört ve nişanlıdan muhteşem bir koca, yol arkadaşı çıktı. Yalnız o kadar mı.. Olağan üstü, önünde saygıyla eğilecek bir baba- dede .. Özgür'le onu izlerken içimden " Keşke sen babam olsaymışsın Fiko, koca nasıl olsa bulunur " dediğimi hatırlarım.

Yok yok koca da bulunmazmış. Böyle sakin bir liman nerden bulunurmuş ki.. O , Özgür'ün kalesi, benim limanım oldu.. Oğluyla yeniden büyüdü.. İçindeki sevimli çocuğu koruyarak... Benim büyümeyen oğlum gibi..
Ann, bir gün söylemişti, sen baba olmaya dair destan yazıyorsun diye. Aslında daha çok baba konçertosunun solisti.. Gördüğüm en arkadaş, en kahraman, en emeğini, imkanlarını gözü kapalı veren baba..



Üçüncüsü hayatıma bir nisan ayında giriverdi. Aman Allah'ım bu nasıl bir aşktı. Öbürlerine hiç benzemedi. Kulu kölesi etti.. Oğlum Özgür Ercan..

O da annesi gibi çok genç yaşta aşık oldu, annesi gibi aşkından vazgeçmedi. Henüz yeni evliydi, 98 yılında Elele dergisinin babalar günü için hazırladığı yazı dizisinde "Babamın mesleğini yapmak istiyorum" dedi. " Babam gibi baba olmak istediğim meslek"

Baba oldu yıllar sonra. Ann, kariyerine devam etsin diye iki yıl evden çalışarak Zeytin'i büyüttü.. Sonra da Ronan...

Bir gün altı harflik kanser sözcüğü hayatını darmadağın etti. Üç yıl süren savaşta, şahane koca ve sevgili, harika babalığı hiç bırakmadı. Eylül sonunda o güzel gözlü muhteşem aşkı bir kelebek olup uçtuğunda elinde babalık kaldı. Yanına eklenmiş annelikle.. Zor zamanlarda.. Babalık ve acı çeken adam arasında.. Biliyorum ki cocukları onun acılarına ilaç olacak. Çünkü tıpkı babasının ona taptığı gibi o da çocuklarına tapıyor. Çocuklar, onun küçük filleri ve o filleri Ann'e söz verdiği gibi salimen suya ulaştıracak..



Son erkeğim, Ronan Ozan Ercan..

Özgür'ü bana yeniden yaşatan, sıcak, sevgi dolu şahane bir adam... Baba olduğunu tabi ki göremeyeceğim. Aman o kadar uzun yaşam istemem. Zaten yaşıyor olmaktan da mutluluk duyduğumu kimse söyleyemez. Yaşamak ,sırtımdaki ağır yüküm . Her neyse ben görmeyeceğim ama bu güzel kara , ablası gibi zeytin tanesi gözlerin sahibi dede ve babasından aldığı genler ,duygular ve yol haritalarıyla çok iyi bir baba olacağından hiç kuşkum yok...

Yarın babalar günü. Hayatımdaki babalara ve baba olacağa şöyle bir dokunmak istedim.

- Nusret Siirt.. Artık öfkem yok. Artık kırgın da değilim. Hatta teşekkür ederim, bana nasıl bir ebeveyn olmamam konusunda örnek olduğun için.Yine de bazı öğretilerin rehberim oldu. Huzur icinde uyu güzel adam. Keşke çok daha fazla babam olsaydın. Seninle güzeldi herşey. Seni çok sevdim.
- Fikret Ercan.. Teşekkür ederim, sunduğun liman, elimi bırakmayan elin, göstermeyi çok sevmesen de o duygusal, sıcacık yüreğin ve oğluma verdiğin sonsuz sevgiler icin. Sensiz olmazmışım. .Seni seviyorum.

- Özgür Ercan... Bir kadını sevişine, babalığına, sadakatine, vefasına, acı çekmeyi bilişine acısından ürettiklerine hayran olduğum adam.. Gurur duydum seninle. Çünkü adam gibi adamsın. Sevmeyi, savası, acıyı iyi bilensin... Dilerim bir gün hayata gerçekten gülümser, merhaba dersin...Ne çok sevildiğini biliyorsun..

- Ronan Ozan Ercan . Sen aşkın ta kendisisin. Sen de ötekilerin hepsi var.. Tanrım sana adil ve cömert bir yaşam sunsun şahane küçük adam..

BABALARIN DEĞİL, BABA OLMAYİ BİLENLERİN GÜNÜ KUTLU OLSUN...

9 Temmuz 2015 Perşembe

CARPE DİEM...

 


Carpe Diem...Anı yaşa, gününü gün et anlamında söylemiş Horatius bir dizesinde..Ben de yaşadığınız anların kıymetini bilin diyorum. Şu sıralar yaşadıklarınız, sizin için çok da yaşamaya değer görünmeyebilir. Siz yine de bu anı boşa harcamayın.. İnanın sözlüklerde ömür, hayat veya yaşam diye tanımlanan o bilinmeyen gayya kuyusu, önünüze öyle tablolar bırakır ki; şu beğenmediğiniz ve belki de sorunlu, sıkıcı bulduğunuz dönem , özlemle anacağınız bir süreç olabilir..

Bu yazıyı yazmak için klavyenin başına geçtiğimde ekrandaki tarihe gözüm ilişti. 9 Temmuz...

 Geçen yıl, bu tarihte ,bu saatlerde eşimle Atatürk Havalimanı'nda Amerika'ya uçuyorduk. Boarding zamanını beklerken diğer Amerika uçuşlarımı, uçuşlarımızı düşündüm.

 Özzie'yi üniversite de okuduğu yılların ziyaretlerini, tatil için gidişleri, düğün, Zeytin'in doğumu,  doğum günleri, Ronan'in  doğumu, Christmas Time keyifleri için uçuşlar.....Onlar, yaşam kuşağımdaki mutluluk düğümleriydi.. Hatta Zeytin'in yedi aylıkken ameliyat olarak kurtulduğu ve Mika- Der'in doğuşuna neden olan böbrek sorunu korkusuyla yaptığımız yolculuk. O bile... Çünkü Zeytin bu konuda bir numara olan Harward'lı hocanın ellerindeydi ve o bize, yapacağı bir operasyonla bebeğimizin sorunsuz yaşayacağını söylemişti.  Yani çare vardı..

Ann!e ilk over kanseri teşhisi konulduğunda, başımıza yıkılan dünyanın enkazı altında uçuşumuzu düşündüm.. Şaşkınlık, ilk vurulma anının şoku, niye bize, niye şimdi, niye, niye sorularına rağmen umut vardı. onunla yollarımızı ayırmamıştık. Şimdi en çok sarılacağımızdı.. Dünyanın altını üstüne getirir, her şeyi yapar, çarelerini arar bulur, en iyi tedavilerle kazanan biz olurduk.. Vermezdik ki onu... Yenilgiye değil , savaşa gidiyorduk. Hani iyiler kazanırdı ya , biz de kazanmaya gidiyorduk..

Hastalık altı ay sonra tekrarlandığında da aynı yürek vardı.. Minik bir tekrar.. Ölçümlenemeyecek kadar küçük olduğu söylenen tümöre mi boyun eğecektik. Hadi ordan... Haddini bilecekti.. Ondan sonraki iki seferde de kanser yine hayatımızda, bizi küçük bir fare sinsiliği ile oynatmaya,  umutla umutsuzluk arasında roller coaster de gibi dolandırmaya devam ediyordu.. Olsun.. Zordu, yorucuydu, zaman zaman tükenir gibiydik amma, her gün yeni ilaçlar çıkıyordu. Dana Farber'da koca bir ekip, Ann için dünyadaki tüm gelişmeleri takip ediyordu. Biz de.. İyiler kazanırdı, biz de kötü değildik ki. Korkmaya gerek yoktu. Savaşlar bir seferde kazanılmazdı. .Henüz  yol da, çare de  bitmemişti..   

İşte geçen yıl bu saatlerde Atatürk hava Limanı'nda boarding zamanını beklerken fark ettim ki bu sefer yenilgiye uçuyorduk. Savaşın bittiğini ilan etmişti o çok güvendiğimiz doktorlar ordusu.. Çareler tükenmişti. Yani GAME OVER ..

Gerisi sadece acı....

Anlatmaya çalıştığım, çarenin, en ufacık bile çözüm şansının , umudun olduğu anlarda bunun tadını almaya çalışın. En sevdiğiniz lezzet olmasa da zehir acısından iyi olduğunu düşünün.. Carpe Diem.. Anı yakala, anı yaşa, yaşadığın anın keyfine var... Daha kötüsünün, daha da kötüsünün bir yerlerde seni bekliyor olma ihtimalini yok sayma. Bana olmaz deme, oluyor..Evet, bal gibi de oluyor..

Çünkü sen, o yaşam denen tiyatro sahnesinin gelip geçici oyuncularında bir tanesinin. Sana ne rol yazıldığını da bilemezsin, rolünün  içeriğine de müdahale edemezsin. Ne zaman biteceğini, partnerlerinle birlikteliğinin ne kadar süreceğini, diğer oyuncularla  karşılıklı kaç sahnen olduğunu , onların ne zaman senden alınacağını , rollerine nasıl son verileceğini de bilme şansın yok. Şansın,  oynadığın  sahneleri gerçekten yaşayarak, damla damla içerek, içindeki en ufak lezzet kırıntısını  damağına iz bıraksın diye yayarak oynamak ..  Just it..

Yaşam Kuşağımdaki düğümler demiştim... Çok sevdiğim bir hikaye vardır..

Bir gazeteci Karadeniz köylerinden birinde çevreyi gezerken yol, onu bir mezarlığa getirir..Mezar taşlarındaki ibareler dikkatini çeker. " Beş yıl yaşadı, sekiz yıl  yaşadı, üç yıl yaşadı, altı yıl yaşadı" gibi. Merak eder , geri dönüp köyün muhtarını bulur. Ve sorar.

" Nedir bu erken ölümlerin sebebi. salgın mı, genetik bir sorun mu?".  Muhtar , gülümser ve " Yok beyim işin  aslı şu" der. " Bizde bir çocuk doğduğunda beline bir kuşak bağlarız ve mutlu olduğunda o kuşağa bir düğüm atmasını öğretiriz. Kişi öldüğünde, kuşağı çıkarır, üzerindeki düğümleri sayarız. düğümlerinin sayısı kadar yaşamıştır"

Düğümleriniz sayılamayacak kadar çok olsun.. Yaşamayı, yaşadığınız anı fark etmeyi unutmayın..




7 Temmuz 2015 Salı

Merhaba..
Şaşırdınız değil mi?..Bu neyin merhabası...Bunca yazıdan sonra... Evet bu benim bu blogdaki ilk yazım..

Peki diğerleri ne.?
Diğerleri, benim Facebook daki yazılarımdan bazıları...Bir yazımda belirtmiştim. Benim hayatımın en isabetli kararı sevgili Fikret Ercan, şu son acılar içinde geçen dört yıla yakın süreçte, uzun Amerika seyahatlerimin dönüşlerinde hep unutulmaz " Hoş geldinler" hazırladı bana..
Bu blog, onun bana hazırladığı bir sürpriz..
50 li yaşlarımdan sonra yazabildiğimi keşfettik. Fikret, her zaman olduğu gibi beni yazmam, daha çok yazmam konusunda destekledi. Facebook da yazdıklarımı da beni takip eden sevgili dostlar beğenip, yazmamı isteyince, bir blog fikri olmuştu..

Ancak " Yaşamın kıyısında " bana çok güzel bir hediye oldu.. Tıpkı Fikret Ercan'ı bana yaşamın vermesi gibi..

Tekrar Merhaba,

Bu blogda hayatı konuşacağız.. Bize sunduklarını

Neler mi?

Acılar, kayıplar, gerçekleşememiş hayaller, yanılgılar, biz saf saf planlar yaparken başımıza ördüğü çoraplar, attığı tokatlar, attırdığı yanlış adımlar, Çok az keyif, bir kaç güzel gün veya şanslıysanız ay, çok şanslıysanız bir koca ömre bir kaç yıl.. Sevgi.. Karşılığını bulmuş veya bulamamış ya derin bir yaraya ya da saplantıya dönüşmüş.. Dostluk.. Ne zor.. Bulunması, beslenmesi, büyütülüp korunması.. Öyle narin, öyle yaşatılması zor ki..

Ve aile.. Doğarken seçiminize sunulmayan, vaz gecme, istifa etme ,değiştirme şansınız olmayan.. ancak vaz geçemediğiniz olacak olan.. Size sorulmayan da, sizin daha sonra kuracağınız veya yine size sorulmadan kurdurulan aile de ne olursa olsun şansınız ya da şansızlığınız da olsa vaz geçilmeziniz.. Sizden vaz geçilmediği sürece..

Hayatı konuşacağız evet.. Şu öğretisi çok gaddar ve ağır olan, sınıfın % 90nın neredeyse yerlerde süründüğü, hocalarına asla yaranamadığınız , sınav tarih ve konuları asla bilinmeyen, sınav maratonunun çoğumuz için engelli koşuya benzediği ve mezuniyetinizin sevinç değil geriye onanmaz acılar bıraktığı öğretim kurumu..

Hepsini paylaşacağız..

27 Haziran 2015 Cumartesi

Gitmek , dönmek....


Yahya Kemal Beyatlı'nın " Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum" dediği gibi ben de nereye gitmiş olursam olayım evime dönüşü severim. Severdim..

Evim, benim mabedimdir, sığınağım , kendimle olabildiğim yerdir. Ben evi severim. Zorunluluk olmasa haftalarca evden çıkmadan yaşarım. Çünkü bana dışarıda ki hayatı aratmayacak kitabı, fotoğrafları, anı kutuları, örgüsü, bilgisayarı, I pad'i ve bahçesi var.. Her köşesinde yaşanmışlıklar.. Emeğim var..

Son dört yıla yakın süredir o çıkmamaya çalıştığım evimle kısa merhabalaşmalarımız oldu. Tam birbirimize alışırken , bavullar çıktı yeniden ortaya..
Fikret , her seferinde irili ufaklı sürprizlerle bu yeniden buluşmaları renklendirmeye çalıştı. Hemen her seferinde bir katı yenilenmiş buldum. Ya da bana özel alanlar yarattı. Özel bir adamdan özel " evine hoş geldinler " di bunlar..




 Biliyorum sesinde yine o yaramaz çocuğun tınıları var. Yine bir şeyler yapıyor gibi..

Yaklaşık iki aydır buradayım ve dört gün sonra doğru havaalanına..

Bu ne demek, sabah altı- altı buçukta kalkmak zorunda olmamak, saat 22.00 ye kadar nonstop çalışmamak, yukarı katın merdivenlerini günde en az 30 kez çıkmamak, kahve makinasıyla kurduğum tutkulu birlikteliği noktalamak demek. İki katın herbir köşesindeki legolarla savaşın sonu, her sabah arsızca Ozzie'nin yatağına serilen o şeker iki kızın tüylerinden arındırmak için koca king yatağı rull up la deli gibi temizlememek vs vs..

Ayrıca , bir iki özel konseri yakalama, bahçemle uğraşma, sevgili bi metre topuklularımla buluşarak çok kısa olmaktan azıcık kurtulmak. Taytlara veda, elbiselere " nerde kalmıştık" demek.. Fiko'mla pazar kahvaltıları, arkadaşlarımla buluşma.. Ciddi özlemişim onları.. Yeşim'le kahve muhabbeti, Rehabilitasyon merkezi heyecanı, o güzelim boğaz ve iyod kokusu..

Ne varki bu kez dönüş heyecanı da hevesi de yok. Ben sanki sadece buraya aitmişim gibi. Sabahları üstüme pat diye atlayan ya da kedi gibi süzülüp sarılarak uyandıran Ronan'ın olmadığı yer ne ola ki artık.. Zeytin'nin pamuksu sarılmaları olmayan yer de ne ola ki.. Özgür'e kahve götürülmeyen sabahlar da.. Ronan'a " Honey, are you hungry, would you like something to eat" soruma, onun başını sallayıp , gözlerini açarak o şeker mi şeker," I am okey, but thank you for offering" cevabını almamak..Zeytin'le pancake yapma keyfini yaşamamak..

Bedenim gerçekten ölesiye yorgun. Şaka değil artık 67 yaşında biriyim. Ruhum yorgun , kalbim de.. Bu evin her santimi Ann.. Her karesinde elinin izi. Beraber boyadığımız banyo dolapları, monte ettiğimiz Ikea 'lar, sarılarak Downtown Abbey'i seyrettiğimiz kanape, piyanosu, giysileri, kozmetikleri, ilaç çantası.. Ann'in kendisi..



Bütün bunların içinde günde kaç kez ağlama krizine yakalanıp sadece yutkunarak geçiştirmek, yüzündeki maskeyi indirmemek. Zira burası gözyaşlarımı akıtacağım yer değil. Burası akan gözyaşı varsa sileceğim yer. Onlara gülücükler sunmam gereken yer burası.. Zorunda zoru ..
Her neyse.. İçimde sızım sızım bir sızı.. Biliyorum kısa süre sonra onlar gelecek ama onları burada yeniden bırakmak .. Bir yumru gibi.. Onlara bakarken, etraflarında koşarken, yedirip, yıkayıp uyuturken daha kolaydı. Mutluydum .. Bu şartlarda evet mutluydum.

Anladım ki dört gün sonra kalkacak uçağın tatsızlığı sindi üzerime..

Dönüşler güzeldir. Ama ben sanki dönmüyorum.. Gidiyorum.. Gitmeleri sevmem ki..

21 Haziran 2015 Pazar

Hayat Siz Plan Yaparken Basiniza Gelenlerdir





Hayatta başınızaa çok şey gelebilir...
John Lennon, boşuna " hayat siz plan yaparken başınıza gelenlerdir" dememiş.
Bazen öyle acılar yaşarsınız ki ne terapist, ne antidepresanlar çare olamaz..
Ama ta İstanbul'dan gelen eski bir arkadaşınız bir kaç saatliğine de olsa ta New York'tan üç saat araba yolculuğuna katlanır size gelirse, acıdan gülümsemeyi unutmuş yüzünüze kahkaha bile yerleşirmiş.

Sevgili Özcan, set tatil olur olmaz Amerika'ya gelmiş. Gelir gelmez de Ozzie'ye koştu. Onlar çok yılların arkadaşı.. Vefa bir semt adı da değil, boza'nın en iyi olduğu yer de değil. Egğr doğru arkadaş bulma şansını vermişse sana hayat, vefayı da arkadaşlığın bu büyük k keyfini de tadarsın.

Holyoke'deki evde o gece Türk yemekleri yendi, müzik ve sinema konuşuldu, Özcan'dan Türkiye'ye dön çağrıları geldi.

Baktım, biri ülkesinde çok ünlü oyuncu ve müzik adamı, diğeri iki çocuk babası acılı bir adam..Ancak yıllar geçmemiş gibiydi. İki genç delikanlı gibi şakalaştılar.. Ta 4 levent'teki evimizde gibiydiler. Araya ne ün, ne acılar, ne yıllar girmemiş gibiydi..

Dost, bulmanızın en zor olduğu, bulduğunuzda da üzerine titremeniz gereken sözcük.