3 Eylül 2015 Perşembe

İNSANLIK KIYIYA VURURKEN..

Ben de dahil hemen hemen hepimiz, kıyıya vurmuş minik beden için ağladık, içimiz acıdı, çatal elimizden düştü, bir yumru hem midemize hem de  boğazımıza oturdu. Sosyal medyada yeteneklerimizin elverdiğince paylaştık, yazdık çizdik. Utandığımızı haykırdık. Utandık da.. Herkesin üzüntü ve utancının içtenliğine kendimin ki kadar inanıyorum.

Bütün bir gece uykuda o bebeye elimi uzatıp kurtarmaya çalıştım. Hep nefes nefese sıçrayarak uyandım. Hadi bir sigara , içinden sebep olanlara bilebildiğin en kötü kelimelerle iltifat, yeniden yat, yeniden uzat elini Aylan bebeğe , yeniden o eli yakalayama , sıçrayarak uyanma , sigara, sövme sayma faslı , daha zor uykuyla buluşma ve fasit çemberi yeniden yeniden defalarca yaşama ve sabah yorgunluktan ölü gibi sürünerek kalkma...

Bu benim yaşadıklarım. Biliyorum sizlerde buna benzer şeyler yaşadınız. Keyifsiz uyku, bakır tadıyla uyanma... Çünkü insansınız. Duygularınız, merhametiniz, sevginiz, şefkatiniz var. Annesiniz, baba, abla ,abi , dede , nine gibisiniz.

Mutluluktan yanasınız, haktan , adil olmaktan, insan haklarından, eşitlikten yanasınız. Herkesin bir bayrağı, bir kimliği, onu barındıran vatan toprağı olmasından yanasınız. Barışı savunansınız.
Siyasi hırslar, anlamakta zorlandığımız kavgalar bize göre değil. Biz anlamayız.,

Biz İNSANIZ. Siyasi oyunları. bu oyunlar uğruna öldürmeyi bilmeyiz. Olsa olsa ancak ölürüz, öldürülürüz.
Biz İNSANIZ. Kendi halinde , halk dediğimiz insanların katledilmesini zevkle seyredemeyiz, vur emri veremeyiz , yapmayız, yapamayız .
Biz İNSANIZ çünkü. Biz gencecik insanların ölümüne kahroluruz da " Ölmüştür, geçmiştir" diyemeyiz. Gencecik bedenlerin toprakla buluşmasına kahrolur günlerce kendimize gelemeyiz .
Biz İNSANIZ..
Peki bizim insan olmamızın , sevgimizin, şefkatimizin, adalet duygumuzun, utanıyor olmamızın bir faydası oluyor mu? Kusura bakmayın ben de dahil sadece kendi vicdanımızı rahatlatıyoruz. Çünkü o minik bebeleri denizin karanlık sularında ölüme terkeden sistem biz değiliz. Bizi aşıyor. Devlerin öfkesi çarpışıyor. Aylan karaya vuruyor. Peki hiç mi bir şey yapamayız. Yaparız.

En azından bu kanlı, bu acımasız, bu Aylanlar katili hırsların partneri olmayacakları seçebiliriz

2 Eylül 2015 Çarşamba

BİZ NİYE ÖLDÜK ANNE ?

Annem,

Bana hamile kaldığında sevinip sevinmediğini bilmiyorum.
Beni hasretle bekliyor muydunuz onu da bilmiyorum. Ancak benim için bu sonu hayal etmediğinizi kesinlikle biliyorum.
Annem, eğer hayatta kaldıysan ve bu resmi gördüysen " ki umarım görmek yerine ölmüşsündür. Çünkü bir anne için ölmek bu fotoğrafı yaşamaktan daha katlanılır bir yazgıdır ", bu ölü minik bedenimdeki artık kapanmış gözlerimin  yaşı o denizin sularına karışır. Çok ağlarım senin için annem çok..
Ben oyun oynamak isterdim annem, her çocuk gibi.
Okula gitmek, bazen ödevlerimi oyuna dalıp unutmak da isterdim. Mezun olduğumda senin gözlerinde gurur ve sevincin yaşlarını görmek de..
Biliyor musun belki  ben aşık olacaktım. Onu görünce saçmalayacak, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemeyecek, şapşallaşacaktım. Okuduğum kitaplara sevdiğimin adını karalayacaktım.
Aşıkken bahar başka olacaktı. Yağmurda ıslandığımı farketmeyecektim. Karlarda yuvarlanacaktım, sen " Üşüteceksin " diye kızacaktın bana.
Evlenecektim belki ben anne.. Sen gelinini  hem sevecektin hem de beni paylaşmaktan hoşlanmayacaktın.
Baba olacaktım belki.  Onu sevgimle büyütecektim. Onun kahramanı olacaktım. Çocukların ne denli değerli olduğunu, ilerde yaşayacağı babalığı benden öğrenecekti.
Belki barışı savunacaktım. Dünya sevgi dolu olsun diye çalışacaktım. Kimbilir..

Bunların hiçbiri olmadı annem, olamadı.
Kim bu nefret tohumlarını, sevgisizliği ekti bilmem anacım.
Suçun , öfkenin, nefretin , insan ayrımının ne olduğunu henüz öğrenmemiş, savaşın acımasızlığından haberi olmayan biz çocuklar niye kurban edildik.
Biz niye yüzmek yerine denizin karanlık soğunda boğulduk.
Biz niye öldük anne.?
Biz niye öldük söylesene İNSANLIK...????

15 Ağustos 2015 Cumartesi

The Universty of Life




İnsan ömrü öğrenmekle geçermiş, öğrendim. Doğumdan finale kadar.
Nefes almayı, meme emmeyi öğrenmekle başlıyor.. Vücudunuzu döndürmek, emekleme , ilk adım , çiğneme vs.

Daha sonra bizim hayatta yer alacağımız sınıfın belirlenmesine yönelik eğitim.

Brezilya'nın yüz ölçümü, aruz vezni, pi sayısı, fako deneyi, klorofilin formülü, yüzyıl savaşları, integral, sinüs cosinüsler, harmonik bölmeler, mitoz çoğalmalar, general rütbelerindeki yıldız sayıları, büyük ayı, küçük ayı, kutup yıldızı, Patrona Halil İsyanı, Çerkez Ethemler, Memlük Hanedanı, Hammurabiler vs vs..

Sonra branşlaşmaya geçilir. Artık, tıp, hukuk, iktisat out, nano teknolojiler, uluslararası ilişkiler, su ürünleri vs in. Ama bilmiyorsunuz ki hepimiz ilk okula başladığımız günden itibaren duble major yapıyoruz. Nasıl mı?

Biz okulda mezun olur olmaz unutacagımız a vitamini sentezlerini, asetonun dimetil keton olduğunu,  Dante'nin Divina Comedia'sını, Eflatun'u, Öklit bağlantısını okurken: hayat denen, mezuniyeti trajik ve gözyaşları ile dolu eğitim sistemi başlamıştır bile...


 Hayal kırıklıklarını, aldatılmayı, yalnız ortada kalmayı, karşılıksız aşkı, doğal afetler karşısındaki çaresizliği, iftiraya uğramayı, suçsuz yere tutuklanmayı, inandığınız ilkeler uğruna işkence görmeyi, bir gecede sevdiklerimizi yitirmeyi, bir adımda arabanın altında ya da bulutların üstünde uçarken piste çakılmayı öğreniyoruz.


Sevmenin yetmediğini, sevilmek de gerektiğini, güven duymakla güven duyacağın kişiyi seçmenin de ne kadar önemli olduğunu, hayallerinden vazgeçmemek kadar, hayal aleminde yaşamaman da gerektiğini, büyüdükçe etrafındaki saf , temiz halenin, sırtını dayayabileceğin dostlukların giderek incelip azalacağını kafana vura vura öğretir bu eğitim sistemi..


Sakın ha " Bu da mı gelecekti başıma" demeyin.
Bu öğretide bunun cezası çok ağırdır. Öyle birşeyle yüzleşmek zorunda kalırsınız ki boğazınızdan cılız bir hırıltı bile çıkamaz. Bu nedenle " Bu günümüzü aratma, bu acıyı unutturacak acı verme, buna da şükür" söylemlerini bir an önce öğrenmeli insanoğlu. Neden, niçin, niye .. Soru yok. Yorum ve itiraz eski tabirle zinhar yani asla ve never.. Akıllı olmak gerekir. Zavallı sen, ipleri aslında görünmez ellerden oynatılan bir kuklasın. Baş mı kaldırmaya niyetlendin? Vay ki vay sana. Yanmışsın. Yer tokadı oturursun aşağıya. Gık bile dedirtmez bu okul canım.Tek ayaktan falakaya, ihtardan uzaklaştırma almaya kadar yollar var. Bazen durduğu yerde senin canını acıtmak ister, ya hatırlamadığın bir küçük hatadan, ya da öğreti gereği. Öyle yerlerden vurur ki ölmek, " asude bir bahar ülkesi" gibi gelecektir .

Ben bir zamanlar, tüm trajik olayların, büyük felaketlerin gazete haberi veya haber bültenlerinin gündemi diye düşünürdüm. Sanki bunlar bize olmaz , olanlarında nedenini bilmek istemezdim. Gazetenin o sayfası itinayla katlanır, televizyon kanalı bir parmak becerisi ile değiştirilirdi tarafımdan..


Sonra hayatıma kaybolup giden baba, iflasın yalnızlığı, trafik kazaları, çeşitli hastalıklar nedeniyle yitirilmiş sevgili canlar, deprem enkazları, hukuksal ve bürokratik haksızlıklar giriverdi Mızırdanacak oldum, küttttt kanser, hem de canımı ençok yakacaklardan birine. Usulca mırıldandım. " Ya bu kadarı da olur mu? " .  Öyle mi Nesrin hanım buyrun, gümmmmm bir otobüs ve Mine'ye veda. Nefesim kesilmiş bir halde "Aman Tanrım bu neydi böyle? Ben nasıl baş ederim" i geçirdim içimden.
"Ah be Nesrin'cim , sen umutsuz vakasın, seni nasıl terbiye edeceğiz. Sen hala mı sızlanıyorsun? " dediler ve bugüne geldik.

Gerçekten ve gerçekten o savaş hikayeleri , Sophie'nin seçimleri, 12 eylul idamlarının annelerinin öyküsü bir yana, acı çekmenin katran kuyularında debeleniyorum. Her sabah, her öglen her akşam , her gece ölüyorum. Açıp baksalar, kalbim sünger gibi delik deşiktir. Bir elimde acılarım, diğer elimde umudu beraberce taşımaya, bu çok zor yolda düşmeden, düşürmeden yürümeye çalışıyorum
.
Hayatta en sinir olduğum ve katlanamadığım insan türü ahkam kesen ve her konu hakkında kesin fikri olanlardır. Ancak en iyi öğretinin kuralı, tecrübe ve yaşamadır. Ordan hareketle bunları sizinle paylaşmak istiyorum.


Ne olur, yüzünüzdeki çizgilerle mutsuz olmayın, bırakın o sevmediğiniz arkadaşınızda aynı elbiseyi veya arabayı alsın. Patronunuz huysuzsa aldırmayın. İstedğiniz branşı seçemediyseniz ne gam. Yıllar içinde neler değişecek, ne yeteneklerinizi keşfedeceksiniz. Sevgiliniz mi terk etti.? Allah aşkına saçmalayıp ölmelere kalkmayın. Kilo mu veremediniz, almayın yeter. Sağlıkla aldığınız her soluk, güzel görünmenizden iyidir.


Elektik kesintisi, trafik, Ankaradakiler, anlamsız vergi cezaları, kredi kartları... Bunların hepsine vaktiyle delirmiş olan ben, diyorum ki sevdiklerinizle yarından söz edebiliyorsanız , şükredin. Tatil programı, gelecek yıllardan konuşabilyorsanız ne şans..Yarınlardan korkmuyorsanız, aslında korku veya  acıdan öldüğünüz halde, yaşar gibi yapıp gülümsemeye çalışmıyorsanız, sevdiklerinizin sağlığı için ölesiye korkmuyorsanız; lütfen ve lütfen şımarıklık yapıp mutsuz hissetmeyin kendinizi. Her havanın tadını çıkarın, her alınan soluğun... Gerçekten...

temmuz 2014'den...

ÖZLEMEK...



ÖZLEDİM..

Sabahları yataktan yeni bir güne başlamanın keyfiyle kalkmayı,
Kahvaltıdan zevk almayı,
Hangi şehidin  haberini, hangi çılgın kocanın cinayetini, hangi sapığın tecavüzünü, seçmeyi bilmediklerimizin koltuk ve güç sevdasına güzelim ülkemi yangın yerine çevirmesini görmekten korkmadan sabah gazetemi okumayı,
Bir yanda Bodrum, Alaçatı keyifleri, diğer yandan tabutlara sarılmış anaları görmemeyi özledim.
Şarkılar dinlemeyi, her şarkının içimdeki yaraları kanatmamasını özledim.

Her seyrettiğim dizi veya filmin sonunu getirebilmeyi, hepsinden canımı yakacak bişeyler bulmamayı,
Reklamlara bile ağlayan kadın olmamayı özledim.

Eski fotoğraflara gülümseyerek bakmayı, mevsimlerden güzellikler bulmayı özledim.
Doğum , evlenme günleri, 14 şubattan, anneler -babalar günü, thanksgiving, noel, yılbaşı ve bayramlardan nefret etmemeyi özledim.

Bahçemin çocuk parkı, salıncak, renkli çitlerle renk cümbüşü sergilemesini,
Rengarek su yatağı ve toplarla havuzun yüzülecek yeri kalmamasını özledim.

Evde kalabalığı, yemek kokularını, koşuşturmaları, çocuk seslerini, havuz başında ıslak havlu toplamayı, akşam yemeğinin telaşını özledim.

Yaz konserlerini, şıkır şıkır giyinmeyi, makyaj, son rotüşler yüzünden kocamı araba içinde bekletip, sinir etmeyi, eve dönüşte bir metre topukluların içinde ayaklarımın sızlamasını özledim.

Amerika'dan gelecekler için evi organize etmeyi, oyun odasını hazırlamayı, açlıktan geliyorlarmış gibi alış veriş ve ordu doyuracak kadar yemek yapmayı, gelecekleri gün sabaha kadar uyuyamamayı özledim.

Havaalanında karşılamayı, kokularını içime çeke çeke öpmeyi,
Uyku uyuyabilmeyi, yatak ve yastıklarla savaş etmemeyi özledim.

Ben ağız dolusu gülmeyi, hayal kurabilmeyi , deniz kenarında yürümeyi, aile tatillerimizi, ben hayatı, ben mutlu olabilmeyi, ben veda edenlerimi, ben eski resimlerde kalan mutlu aile tablolarını, ben  kıymetini bilemediğim geçmiş güzel günlerimizi ,ben bizi ÖZLEDİM..,

23 Temmuz 2015 Perşembe

İNSAN OLMAK NEDİR ?


İnsan olmak nedir?

İnsan, güzel bir amaç için bir araya toplanmış gençlerin ölüm fermanını veren midir?

İnsan, bir bardaki tartışmada ortalığı kan gölüne çeviren midir?

İnsan, devlete hizmet başlığı altında provakasyonlar düzenleyip, insanları birbirine kırdıran mıdır?

İnsan, işkenceyle hayat bitirenler midir?

İnsan, ayrılmak isteyen yada ayrılmış karısını öldüren midir?  

İnsan, doğurduğu çocuğu sokağa atan mıdır?

İnsan, arabayla çarpıp, ölümüne neden olduğunu bırakıp kaçan mıdır?

İnsan, aracına binen yolcuya tecavüz edip öldüren midir?

İnsan; kızına, kardeşine, yeğenine tecavüz eden midir?

İnsan, namus temizlemenin cinayet olduğunu sanan mıdır?

İnsan, ihale kazanacağım diye rakibini vurduran mıdır?

İnsan, koltuk ve güç sevdasına savaş emri verip, milletleri ölüme sürükleyen midir?

İnsan, karakola düşmüş suçluyu ,yargılanmadan döverek öldüren midir?

İnsan, para kazanma uğruna, gençleri, çocukları uyuşturucu batağına sokan mıdır?

İnsan, vatanından başka bir ülkeye kaçmak isteyen insanları konserve kutusu taşır gibi taşıyıp telef eden midir?

İnsan, kanser ilacının sahtesini yapan mıdır?

İnsan, parası yok diye acil hastayı hastanesine almayan mıdır?

İnsan, kanserli hastayı köpek vergisi yüzünden kelepçeleyen midir?

İnsan, yeşil alanları koruyacağız diyenlere mermi, bomba atılması emrini veren midir?

İnsan, küçücük çocukları kaçırıp, sakatlayıp dilendiren midir?

İnsan, fakir insanların organlarını satmak için çalan mıdır?

İnsan, para için küçücük kızını babası yaşında adama satan mıdır?

Bu liste öyle uzar ki?

2013 yılı verilerine göre dünya nüfusu 7.125.000.000 kişiymiş.

 Bunun insan olanı % kaçtır acaba?

19 Temmuz 2015 Pazar

GEÇ KALMAK..


Dün Mine hanımla bayramlaşmak için Tekirdağ'a gittik. Hem de onun en sevdiği şekilde, kalabalık.. İki araba, sıcakta tıklım tıkışık.

Ancak bu sefer öyle kapılarda çoşkuyla filan karşılanmadık. Hatta o çok sevdiği Fiko'sunun sakat ayakla gelmesi bile yetmedi. Yerinden kıpırdayan olmadı. O koca göbeğini hoplatarak koşup gelmedi. O, içine sokarcasına sarılıp, koklamadı. Defalarca, defalarca öpmedi. Öyle çığlık çığlığa " Kurban olurum size, evimi , ocağımı şenlendirdiniz de " demedi. Sofra filan da yoktu. Mis gibi dantellerin kokusu da.
 
Bir derin sessizlik vardı. O sessizliğin içinden Mine'nin bana haklı sitemini duydu kalbim.

Mine diyordu ki " Ah benim güzel kardeşim. Yıllarla sofra hazırladım bayramlarda. Gelirsiniz diye. Her tarafı çiçek gibi yaptım. Gecelerle yemekler yaptım. Herkesin sevdiğini ayrı ayrı. Patlıcanların yağını süze süze kızarttım. Yemek özürlü kardeşime dokunmasın diye. Kaç çeşit börek, kaç çeşit tatlı koydum sofraya. Dolmalarınız için yaprakları tek tek elimle topladım. Ama ben sadece bekledim. Sen öyle az geldin ki. Bayramları deniz tatili bildiniz. Mine'ydi hep gelen. Mine, gidilen olmadı. Biliyorum beni ne çok sevdiğini ama gelmen de gerekirdi be kuzum. Üzülme ama, geç kaldın"

Öyle haklıydı ki.. Ben yeterince gidemedim. Abla özlendiğinde, ablaya ihtiyaç duyulduğunda tak abla koşar gelirdi. Abla kapris yapmaz, abla gurur yapmaz, abla sadece severdi. Hep meşgul, hep bir yerlere, birilerine koşan kardeş de " O beni seviyor, sevdiğimi biliyor, beni anlıyor" mazeretininin arkasında yaşar giderdi. Hem onun için Mine sonsuza kadar onunlaydı.

Ablamdan, o derin sessizlikten gelen siteme karşı başımı önüme eğdim. Yine sessizce özür diledim, geç kalmışlığımı, ihmallerimi gözümden akanlarla yıkamaya çalıştım.

Birini, hele ki sevdiğinizi yitirdiğinizde onun için yaptığınız bir dolu şey gelmiyor aklınıza. Sadece eksikleriniz düşüyor önünüze. Acınız katlansın diye. Anladım ki insanın ne kalbi ne de beyni dost.

Kaldı ki hiçbir zaman kötü kardeş olmadım. Umursamayan, kendi hayatını yaşayan da. Mine, her zaman hayatımın merkezindeydi benim sevgi kaynağı, pamuk, çocuksu ablam. Ben sadece nazımı bir tek ona yükledim. O beni nasıl olsa bekler dedim.. Hayat bekletmedi..

Dün onun mezarı başında öyle utandım, öyle ufaldım, öyle kızdım ki yeniden kendime...
Ona sadece " Mine'm, çok özür dilerim . Sana ben gelemedim. Kızımı, Ann'i yolladım sana. Ann,  oraya aylarca yemek yiyemeden geldi. Benim yerime onu besle, ona bak " dedim.
Bütün acımla, hasretim ve pişmanlıklarımla o yumuk ellerinden öptüm, bayramlaştım. Biliyorum ki Mine yine beni sevgiyle uğurladı.

Sevdiklerinize geç kalmamanız dileği ile...

 Vedam...
 


















Ann ve ve Ozzie ile..20.08.1998

15 Temmuz 2015 Çarşamba

BİR BABALAR GÜNÜN DE...

 Hayatımın filminde başrolü dört erkek paylaştı ve ben bu dört partnerime de aşık oldum..

 

Birincisi hayatıma girmedi. Daha doğrusu ben onun hayatına daldım.

Bir yıl önce tek oğlunu kundakda kaybeden üç kız annesi olan annem, bir kız çocuğuna daha sevinememişti. . Bunun için bana "Bu da bir çiçek ama yaban gülü " anlamında Nesrin adını koyan, babam Nusret Siirt'ti. Geceleri usulca odasına girip " yarın işe gidecek, akşama kadar göremeyeceğim" diye seyrettiğim uzun boylu, 50 li yılların Hollywood aktörlerine benzeyen, iyi giyinen, güzel konuşan, iyi yaşamayı seven hoş, karizmatik adam; hoş olduğunun da etrafında ki pervanelerin de farkındaydı. Ona iki kız çocuğu daha veren pervanelerinden birine gittiğinde 17 yaşındaydım. Giderken iyi yaşam koşullarımı, güven duygumu,17 yaşın coşkusunu da beraberinde götürmüştü.
Yıllar sonra fakültenin farmakognozi laboratuvarının kapısında karşılaştığımızda , kafamda yazdığım tüm senaryolar uçtu..Sadece sarıldım ve baba kokusunu içime çektim. Hayat daha o yaşta öfkelere kurban edilecek sevgiler için çok zaman olmadığını öğretmişti. O bana baktı ve " Çok zayıflamışsın, çocuğum  ne yaptım sana ben" dedi. Neyse ki sadece bedenimi gördü. İçimdeki yaraları görseydi çok daha fazla utanırdı.  Dönmüştü ya gerisi hikayeydi.

Birkaç ay sonra yeniden gittiğinde dağılan parçalarımı toparlamam ne çok zaman aldı. Eminim ki hala da bir iki parçam bir yerlerde savruluyor...

Gittiğinden 5 yıl sonra karşısına dikilip hesap sormaya karar verdiğimde çok geç kaldığımı öğrendim. Bir trafik kazasında öleli on ay olmuştu...

 

İkinci erkeği elimde tutmayı başardım. Bu sefer senariste rica ettim rolünü uzun yazdı . Umarım yaşamın içindeki rolü de benimkinden uzun olur. Fikret Ercan'dan söz ediyorum, kocamdan.

İyi bir flört sayılmazdı. Azıcık kasıntı, randevuları unutur, sinema kapısında bekletir. Biraz da umursamaz gibiydi. Nikahta evet yanıtını vermek için çok düşündüm. Nasıl bir hayata evet diyecektim.

Boş ver..Aşıktım ben aşık.. Yaşar görürdüm. Öğrenmiştim nasıl olsa küçük anlarda mutluluk ve ardından bedel ödeme. Öderdım.

Ödemedim.. O hiç de el açılıp niyaz edilmeyecek flört ve nişanlıdan muhteşem bir koca, yol arkadaşı çıktı. Yalnız o kadar mı.. Olağan üstü, önünde saygıyla eğilecek bir baba- dede .. Özgür'le onu izlerken içimden " Keşke sen babam olsaymışsın Fiko, koca nasıl olsa bulunur " dediğimi hatırlarım.

Yok yok koca da bulunmazmış. Böyle sakin bir liman nerden bulunurmuş ki.. O , Özgür'ün kalesi, benim limanım oldu.. Oğluyla yeniden büyüdü.. İçindeki sevimli çocuğu koruyarak... Benim büyümeyen oğlum gibi..
Ann, bir gün söylemişti, sen baba olmaya dair destan yazıyorsun diye. Aslında daha çok baba konçertosunun solisti.. Gördüğüm en arkadaş, en kahraman, en emeğini, imkanlarını gözü kapalı veren baba..



Üçüncüsü hayatıma bir nisan ayında giriverdi. Aman Allah'ım bu nasıl bir aşktı. Öbürlerine hiç benzemedi. Kulu kölesi etti.. Oğlum Özgür Ercan..

O da annesi gibi çok genç yaşta aşık oldu, annesi gibi aşkından vazgeçmedi. Henüz yeni evliydi, 98 yılında Elele dergisinin babalar günü için hazırladığı yazı dizisinde "Babamın mesleğini yapmak istiyorum" dedi. " Babam gibi baba olmak istediğim meslek"

Baba oldu yıllar sonra. Ann, kariyerine devam etsin diye iki yıl evden çalışarak Zeytin'i büyüttü.. Sonra da Ronan...

Bir gün altı harflik kanser sözcüğü hayatını darmadağın etti. Üç yıl süren savaşta, şahane koca ve sevgili, harika babalığı hiç bırakmadı. Eylül sonunda o güzel gözlü muhteşem aşkı bir kelebek olup uçtuğunda elinde babalık kaldı. Yanına eklenmiş annelikle.. Zor zamanlarda.. Babalık ve acı çeken adam arasında.. Biliyorum ki cocukları onun acılarına ilaç olacak. Çünkü tıpkı babasının ona taptığı gibi o da çocuklarına tapıyor. Çocuklar, onun küçük filleri ve o filleri Ann'e söz verdiği gibi salimen suya ulaştıracak..



Son erkeğim, Ronan Ozan Ercan..

Özgür'ü bana yeniden yaşatan, sıcak, sevgi dolu şahane bir adam... Baba olduğunu tabi ki göremeyeceğim. Aman o kadar uzun yaşam istemem. Zaten yaşıyor olmaktan da mutluluk duyduğumu kimse söyleyemez. Yaşamak ,sırtımdaki ağır yüküm . Her neyse ben görmeyeceğim ama bu güzel kara , ablası gibi zeytin tanesi gözlerin sahibi dede ve babasından aldığı genler ,duygular ve yol haritalarıyla çok iyi bir baba olacağından hiç kuşkum yok...

Yarın babalar günü. Hayatımdaki babalara ve baba olacağa şöyle bir dokunmak istedim.

- Nusret Siirt.. Artık öfkem yok. Artık kırgın da değilim. Hatta teşekkür ederim, bana nasıl bir ebeveyn olmamam konusunda örnek olduğun için.Yine de bazı öğretilerin rehberim oldu. Huzur icinde uyu güzel adam. Keşke çok daha fazla babam olsaydın. Seninle güzeldi herşey. Seni çok sevdim.
- Fikret Ercan.. Teşekkür ederim, sunduğun liman, elimi bırakmayan elin, göstermeyi çok sevmesen de o duygusal, sıcacık yüreğin ve oğluma verdiğin sonsuz sevgiler icin. Sensiz olmazmışım. .Seni seviyorum.

- Özgür Ercan... Bir kadını sevişine, babalığına, sadakatine, vefasına, acı çekmeyi bilişine acısından ürettiklerine hayran olduğum adam.. Gurur duydum seninle. Çünkü adam gibi adamsın. Sevmeyi, savası, acıyı iyi bilensin... Dilerim bir gün hayata gerçekten gülümser, merhaba dersin...Ne çok sevildiğini biliyorsun..

- Ronan Ozan Ercan . Sen aşkın ta kendisisin. Sen de ötekilerin hepsi var.. Tanrım sana adil ve cömert bir yaşam sunsun şahane küçük adam..

BABALARIN DEĞİL, BABA OLMAYİ BİLENLERİN GÜNÜ KUTLU OLSUN...

9 Temmuz 2015 Perşembe

CARPE DİEM...

 


Carpe Diem...Anı yaşa, gününü gün et anlamında söylemiş Horatius bir dizesinde..Ben de yaşadığınız anların kıymetini bilin diyorum. Şu sıralar yaşadıklarınız, sizin için çok da yaşamaya değer görünmeyebilir. Siz yine de bu anı boşa harcamayın.. İnanın sözlüklerde ömür, hayat veya yaşam diye tanımlanan o bilinmeyen gayya kuyusu, önünüze öyle tablolar bırakır ki; şu beğenmediğiniz ve belki de sorunlu, sıkıcı bulduğunuz dönem , özlemle anacağınız bir süreç olabilir..

Bu yazıyı yazmak için klavyenin başına geçtiğimde ekrandaki tarihe gözüm ilişti. 9 Temmuz...

 Geçen yıl, bu tarihte ,bu saatlerde eşimle Atatürk Havalimanı'nda Amerika'ya uçuyorduk. Boarding zamanını beklerken diğer Amerika uçuşlarımı, uçuşlarımızı düşündüm.

 Özzie'yi üniversite de okuduğu yılların ziyaretlerini, tatil için gidişleri, düğün, Zeytin'in doğumu,  doğum günleri, Ronan'in  doğumu, Christmas Time keyifleri için uçuşlar.....Onlar, yaşam kuşağımdaki mutluluk düğümleriydi.. Hatta Zeytin'in yedi aylıkken ameliyat olarak kurtulduğu ve Mika- Der'in doğuşuna neden olan böbrek sorunu korkusuyla yaptığımız yolculuk. O bile... Çünkü Zeytin bu konuda bir numara olan Harward'lı hocanın ellerindeydi ve o bize, yapacağı bir operasyonla bebeğimizin sorunsuz yaşayacağını söylemişti.  Yani çare vardı..

Ann!e ilk over kanseri teşhisi konulduğunda, başımıza yıkılan dünyanın enkazı altında uçuşumuzu düşündüm.. Şaşkınlık, ilk vurulma anının şoku, niye bize, niye şimdi, niye, niye sorularına rağmen umut vardı. onunla yollarımızı ayırmamıştık. Şimdi en çok sarılacağımızdı.. Dünyanın altını üstüne getirir, her şeyi yapar, çarelerini arar bulur, en iyi tedavilerle kazanan biz olurduk.. Vermezdik ki onu... Yenilgiye değil , savaşa gidiyorduk. Hani iyiler kazanırdı ya , biz de kazanmaya gidiyorduk..

Hastalık altı ay sonra tekrarlandığında da aynı yürek vardı.. Minik bir tekrar.. Ölçümlenemeyecek kadar küçük olduğu söylenen tümöre mi boyun eğecektik. Hadi ordan... Haddini bilecekti.. Ondan sonraki iki seferde de kanser yine hayatımızda, bizi küçük bir fare sinsiliği ile oynatmaya,  umutla umutsuzluk arasında roller coaster de gibi dolandırmaya devam ediyordu.. Olsun.. Zordu, yorucuydu, zaman zaman tükenir gibiydik amma, her gün yeni ilaçlar çıkıyordu. Dana Farber'da koca bir ekip, Ann için dünyadaki tüm gelişmeleri takip ediyordu. Biz de.. İyiler kazanırdı, biz de kötü değildik ki. Korkmaya gerek yoktu. Savaşlar bir seferde kazanılmazdı. .Henüz  yol da, çare de  bitmemişti..   

İşte geçen yıl bu saatlerde Atatürk hava Limanı'nda boarding zamanını beklerken fark ettim ki bu sefer yenilgiye uçuyorduk. Savaşın bittiğini ilan etmişti o çok güvendiğimiz doktorlar ordusu.. Çareler tükenmişti. Yani GAME OVER ..

Gerisi sadece acı....

Anlatmaya çalıştığım, çarenin, en ufacık bile çözüm şansının , umudun olduğu anlarda bunun tadını almaya çalışın. En sevdiğiniz lezzet olmasa da zehir acısından iyi olduğunu düşünün.. Carpe Diem.. Anı yakala, anı yaşa, yaşadığın anın keyfine var... Daha kötüsünün, daha da kötüsünün bir yerlerde seni bekliyor olma ihtimalini yok sayma. Bana olmaz deme, oluyor..Evet, bal gibi de oluyor..

Çünkü sen, o yaşam denen tiyatro sahnesinin gelip geçici oyuncularında bir tanesinin. Sana ne rol yazıldığını da bilemezsin, rolünün  içeriğine de müdahale edemezsin. Ne zaman biteceğini, partnerlerinle birlikteliğinin ne kadar süreceğini, diğer oyuncularla  karşılıklı kaç sahnen olduğunu , onların ne zaman senden alınacağını , rollerine nasıl son verileceğini de bilme şansın yok. Şansın,  oynadığın  sahneleri gerçekten yaşayarak, damla damla içerek, içindeki en ufak lezzet kırıntısını  damağına iz bıraksın diye yayarak oynamak ..  Just it..

Yaşam Kuşağımdaki düğümler demiştim... Çok sevdiğim bir hikaye vardır..

Bir gazeteci Karadeniz köylerinden birinde çevreyi gezerken yol, onu bir mezarlığa getirir..Mezar taşlarındaki ibareler dikkatini çeker. " Beş yıl yaşadı, sekiz yıl  yaşadı, üç yıl yaşadı, altı yıl yaşadı" gibi. Merak eder , geri dönüp köyün muhtarını bulur. Ve sorar.

" Nedir bu erken ölümlerin sebebi. salgın mı, genetik bir sorun mu?".  Muhtar , gülümser ve " Yok beyim işin  aslı şu" der. " Bizde bir çocuk doğduğunda beline bir kuşak bağlarız ve mutlu olduğunda o kuşağa bir düğüm atmasını öğretiriz. Kişi öldüğünde, kuşağı çıkarır, üzerindeki düğümleri sayarız. düğümlerinin sayısı kadar yaşamıştır"

Düğümleriniz sayılamayacak kadar çok olsun.. Yaşamayı, yaşadığınız anı fark etmeyi unutmayın..




7 Temmuz 2015 Salı

Merhaba..
Şaşırdınız değil mi?..Bu neyin merhabası...Bunca yazıdan sonra... Evet bu benim bu blogdaki ilk yazım..

Peki diğerleri ne.?
Diğerleri, benim Facebook daki yazılarımdan bazıları...Bir yazımda belirtmiştim. Benim hayatımın en isabetli kararı sevgili Fikret Ercan, şu son acılar içinde geçen dört yıla yakın süreçte, uzun Amerika seyahatlerimin dönüşlerinde hep unutulmaz " Hoş geldinler" hazırladı bana..
Bu blog, onun bana hazırladığı bir sürpriz..
50 li yaşlarımdan sonra yazabildiğimi keşfettik. Fikret, her zaman olduğu gibi beni yazmam, daha çok yazmam konusunda destekledi. Facebook da yazdıklarımı da beni takip eden sevgili dostlar beğenip, yazmamı isteyince, bir blog fikri olmuştu..

Ancak " Yaşamın kıyısında " bana çok güzel bir hediye oldu.. Tıpkı Fikret Ercan'ı bana yaşamın vermesi gibi..

Tekrar Merhaba,

Bu blogda hayatı konuşacağız.. Bize sunduklarını

Neler mi?

Acılar, kayıplar, gerçekleşememiş hayaller, yanılgılar, biz saf saf planlar yaparken başımıza ördüğü çoraplar, attığı tokatlar, attırdığı yanlış adımlar, Çok az keyif, bir kaç güzel gün veya şanslıysanız ay, çok şanslıysanız bir koca ömre bir kaç yıl.. Sevgi.. Karşılığını bulmuş veya bulamamış ya derin bir yaraya ya da saplantıya dönüşmüş.. Dostluk.. Ne zor.. Bulunması, beslenmesi, büyütülüp korunması.. Öyle narin, öyle yaşatılması zor ki..

Ve aile.. Doğarken seçiminize sunulmayan, vaz gecme, istifa etme ,değiştirme şansınız olmayan.. ancak vaz geçemediğiniz olacak olan.. Size sorulmayan da, sizin daha sonra kuracağınız veya yine size sorulmadan kurdurulan aile de ne olursa olsun şansınız ya da şansızlığınız da olsa vaz geçilmeziniz.. Sizden vaz geçilmediği sürece..

Hayatı konuşacağız evet.. Şu öğretisi çok gaddar ve ağır olan, sınıfın % 90nın neredeyse yerlerde süründüğü, hocalarına asla yaranamadığınız , sınav tarih ve konuları asla bilinmeyen, sınav maratonunun çoğumuz için engelli koşuya benzediği ve mezuniyetinizin sevinç değil geriye onanmaz acılar bıraktığı öğretim kurumu..

Hepsini paylaşacağız..

27 Haziran 2015 Cumartesi

Gitmek , dönmek....


Yahya Kemal Beyatlı'nın " Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum" dediği gibi ben de nereye gitmiş olursam olayım evime dönüşü severim. Severdim..

Evim, benim mabedimdir, sığınağım , kendimle olabildiğim yerdir. Ben evi severim. Zorunluluk olmasa haftalarca evden çıkmadan yaşarım. Çünkü bana dışarıda ki hayatı aratmayacak kitabı, fotoğrafları, anı kutuları, örgüsü, bilgisayarı, I pad'i ve bahçesi var.. Her köşesinde yaşanmışlıklar.. Emeğim var..

Son dört yıla yakın süredir o çıkmamaya çalıştığım evimle kısa merhabalaşmalarımız oldu. Tam birbirimize alışırken , bavullar çıktı yeniden ortaya..
Fikret , her seferinde irili ufaklı sürprizlerle bu yeniden buluşmaları renklendirmeye çalıştı. Hemen her seferinde bir katı yenilenmiş buldum. Ya da bana özel alanlar yarattı. Özel bir adamdan özel " evine hoş geldinler " di bunlar..




 Biliyorum sesinde yine o yaramaz çocuğun tınıları var. Yine bir şeyler yapıyor gibi..

Yaklaşık iki aydır buradayım ve dört gün sonra doğru havaalanına..

Bu ne demek, sabah altı- altı buçukta kalkmak zorunda olmamak, saat 22.00 ye kadar nonstop çalışmamak, yukarı katın merdivenlerini günde en az 30 kez çıkmamak, kahve makinasıyla kurduğum tutkulu birlikteliği noktalamak demek. İki katın herbir köşesindeki legolarla savaşın sonu, her sabah arsızca Ozzie'nin yatağına serilen o şeker iki kızın tüylerinden arındırmak için koca king yatağı rull up la deli gibi temizlememek vs vs..

Ayrıca , bir iki özel konseri yakalama, bahçemle uğraşma, sevgili bi metre topuklularımla buluşarak çok kısa olmaktan azıcık kurtulmak. Taytlara veda, elbiselere " nerde kalmıştık" demek.. Fiko'mla pazar kahvaltıları, arkadaşlarımla buluşma.. Ciddi özlemişim onları.. Yeşim'le kahve muhabbeti, Rehabilitasyon merkezi heyecanı, o güzelim boğaz ve iyod kokusu..

Ne varki bu kez dönüş heyecanı da hevesi de yok. Ben sanki sadece buraya aitmişim gibi. Sabahları üstüme pat diye atlayan ya da kedi gibi süzülüp sarılarak uyandıran Ronan'ın olmadığı yer ne ola ki artık.. Zeytin'nin pamuksu sarılmaları olmayan yer de ne ola ki.. Özgür'e kahve götürülmeyen sabahlar da.. Ronan'a " Honey, are you hungry, would you like something to eat" soruma, onun başını sallayıp , gözlerini açarak o şeker mi şeker," I am okey, but thank you for offering" cevabını almamak..Zeytin'le pancake yapma keyfini yaşamamak..

Bedenim gerçekten ölesiye yorgun. Şaka değil artık 67 yaşında biriyim. Ruhum yorgun , kalbim de.. Bu evin her santimi Ann.. Her karesinde elinin izi. Beraber boyadığımız banyo dolapları, monte ettiğimiz Ikea 'lar, sarılarak Downtown Abbey'i seyrettiğimiz kanape, piyanosu, giysileri, kozmetikleri, ilaç çantası.. Ann'in kendisi..



Bütün bunların içinde günde kaç kez ağlama krizine yakalanıp sadece yutkunarak geçiştirmek, yüzündeki maskeyi indirmemek. Zira burası gözyaşlarımı akıtacağım yer değil. Burası akan gözyaşı varsa sileceğim yer. Onlara gülücükler sunmam gereken yer burası.. Zorunda zoru ..
Her neyse.. İçimde sızım sızım bir sızı.. Biliyorum kısa süre sonra onlar gelecek ama onları burada yeniden bırakmak .. Bir yumru gibi.. Onlara bakarken, etraflarında koşarken, yedirip, yıkayıp uyuturken daha kolaydı. Mutluydum .. Bu şartlarda evet mutluydum.

Anladım ki dört gün sonra kalkacak uçağın tatsızlığı sindi üzerime..

Dönüşler güzeldir. Ama ben sanki dönmüyorum.. Gidiyorum.. Gitmeleri sevmem ki..

21 Haziran 2015 Pazar

Hayat Siz Plan Yaparken Basiniza Gelenlerdir





Hayatta başınızaa çok şey gelebilir...
John Lennon, boşuna " hayat siz plan yaparken başınıza gelenlerdir" dememiş.
Bazen öyle acılar yaşarsınız ki ne terapist, ne antidepresanlar çare olamaz..
Ama ta İstanbul'dan gelen eski bir arkadaşınız bir kaç saatliğine de olsa ta New York'tan üç saat araba yolculuğuna katlanır size gelirse, acıdan gülümsemeyi unutmuş yüzünüze kahkaha bile yerleşirmiş.

Sevgili Özcan, set tatil olur olmaz Amerika'ya gelmiş. Gelir gelmez de Ozzie'ye koştu. Onlar çok yılların arkadaşı.. Vefa bir semt adı da değil, boza'nın en iyi olduğu yer de değil. Egğr doğru arkadaş bulma şansını vermişse sana hayat, vefayı da arkadaşlığın bu büyük k keyfini de tadarsın.

Holyoke'deki evde o gece Türk yemekleri yendi, müzik ve sinema konuşuldu, Özcan'dan Türkiye'ye dön çağrıları geldi.

Baktım, biri ülkesinde çok ünlü oyuncu ve müzik adamı, diğeri iki çocuk babası acılı bir adam..Ancak yıllar geçmemiş gibiydi. İki genç delikanlı gibi şakalaştılar.. Ta 4 levent'teki evimizde gibiydiler. Araya ne ün, ne acılar, ne yıllar girmemiş gibiydi..

Dost, bulmanızın en zor olduğu, bulduğunuzda da üzerine titremeniz gereken sözcük.

26 Mayıs 2015 Salı

Adı Ann....

Geçen gün Ozzie'le arabada giderken, Ozzie' nin telefonundan Duman'ın Aman Aman şarkısı başladı. İkimizin de en sevdiklerindendir. Özellikle ana- oğul beraberken dinlerdik. Son bir iki yıldır dinlememiştik, dinlemeye cesaret edememiştik. Neden mi? Nedenini tam da bilemediğim bir duygudan bu şarkıyı dinlerken hep ağladığımızdı.



Ozzie'ye sordum. " Biz neden bunu dinlerken ağlıyorduk ki? Bizim 2011 kasımından önce ne derdimiz vardı da şapşal şapşal ağladık bununla"

Gerçekten düşündüm de bizim hayatımız güzelmiş, mutluymuşuz, ufak tefek günlük sıkıntıların dışında ağlatacak, çözümü olmayan derdimiz yokmuş. Hayat bize birbirimizi özlemenin, birbirimiz için endişelenmenin dışında bal gibi de soluk alma fırsatları vermiş. Ama o canım inci tanelerimizi öyle öften pöften duygusallıklara boşuna akıtmışız ki..

Ağlama zamanı o lanet teşhisten sonra başlayacakmış bilemedik.

Şimdi Mine gitti, Ann gitti. Hele Ann'in gidişi hayatın da gidişi gibi.. Mutlu olma duygusu, sabah, güzel bir güne başlama fikri , gerçekten gülebilmeyi, her lokmayı keyifle yutma refleksini, alış verişi gözlerin dolmadan yapabilmeyi, her şarkıyı dinleyebilme yeteneğini, umutlanma, hayal kurabilme lüksünü yani normal insan olma hakkını da galiba beraberinde götürdü. Sekiz ay oluyor mumlar güya bire inecekti. Acının, özlemin, yokluğunun dayanılmazlığının mumları sekiz milyon filan oldu herhalde..

Soruma Ozzie de " Sahi bizim ne sebebimiz vardı da böyle hüngür şakır içli içli ağlaştık. Deli miymişiz ne?" Dedi.
Şimdi ağlamak için ne sana sevgili Kaan Göze, ne Kardeş Türküler'e, ne Sezen, ne Kayahan ne de Norah Jones 'a ihtiyacımız var. Kusura bakmayın.. Hayat bizim kulağımıza öyle acı bir şarkı koydu ki çalsa da ağlıyoruz, çalmasa da..
Adı Ann....

Kim bilir belki de bu günlere ağlıyorduk, kim bilir...

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Ann... Ve o güzel türkçesi ile dile döktükleri..

 




"Ahh. Turkcem soylemek istediklerimi yetmiyecek bu gun. Ama gene de denemem lazim, benim annem bu nu ve baska neler hak ediyor...

Eger bu dunya da, bir insan destek veren, sevgi dolu, hayata gulumseyen bir annen olursa, inanilmaz sansli, bence. Evlendinden sonra, "Ha, kayimvaldem cok iyi ve sevimli biri" diyebilmek, da inanilmaz buyuk kismet. Ama benim hayatimda piyangolar o kadar cook alanlar da cikiyor ki, benim kayimvaldem yok. Onun yerinde buyulucu bir ANNEM ve CAN DOSTUM ve ORNEGIM ve KAHRAMANIM var.

Her tarafta mucizeler yaratiyor minik annem. Turkiyede zor durumda olan cocuklari umut veriyor, --ve bunu nasil yapiyor? Insanlara iknay edip bencil dusunculeri -comertligi donusturiyor. Ustelikte, acik kalpli bir kadro eterafinda topladi bu isler surdurmek ve genislemek icin. O bir mucize degil mi? Arkadaslari ve ailede herangi birimiz, herangi sekilde sıkısırsak da, o hemen gereken sekilde bize kutariyor.





Biliyorsunuz, ciddi canserim var. Yaklasik 3 yildir Annem gelip ve kaliyor --aylar kadar-- ve bana, eve, ve cocuklarimizi bakiyor. Mucize borekler ve corbalarin pisirdigini otesinde, 14 yasinda kopegimiz, Pumpkin'e de annelik gosteriyor. (!)


Bazen Anneme "Makina" diyorum, cunku onun kadar caliskani tanimiyorum. Ama o kelime dogru degil. O daha cok sahane bir dag pinar gibi. Amann oyle bir pinar. Yanindaken onun ferahligin hissedersin, ve saatlar seyredip sīkīlamazsin--taslarin eterafindan geciyor--onun hareketler o kadar komplex, dogal ve guzel. Onu tanimak bir hayat geyekiyor, cunku her gun yavas yavas goremedigin derin ve pozitif izini birakiyor arkasinda. Bende, bir gun, insallah oyle bir pinar olarim bu dunya icin. Allah dan boyle bir ornegim var.

I love you Nesrin Ercan!!"

Ann Musser





7 Nisan 2015 Salı

Happy Birthday gözbebeğim..

Bugün dilimde hep aynı şarkı dolanıyor.

Tatlı dillim, güler yüzlüm

Ey ceylan gözlüm

Gönlüm hep seni arıyor

Neredesin sen...

Anlaşılan o ki mola zamanı dolmuş, Holyoke çok özlenmiş, bavulu hazırlama zamanı gelmiş.. Tabii bugünün 7 Nisan olması ile de çok ilintili.

41 yıl önce 7 Nisanda minicik bir kadın tam tamına kırk iki saat süren bir doğum macerasından sonra 3.5 kilo ağırlığında, alnına dökülmüş bir tutam bukle ve uzun kirpiklerle bir erkek bebek doğurur. Adı , Özgür Ercan'dır. Anne bütün yorgunluğuna, dikişlerin ağrısına rağmen hayatının en güzel gecelerinden birini geçirir. Yatakta bir kraliçe edası ile yatar. Öyle gururludur ki, " Anne olamazsın, imkansıza yakın" diyen doktorlara, " Ay Vallahi de doğuramaz" diye fetva veren birilerine inat, şahane bir çocuk dünyaya getirmiştir. O artık bir annedir.. Anne olmanın sadece doğurmak olmadığını, okulu ve mezuniyeti, hatta emekliliği olmayan, dünyanın en zor mesleği olduğunu henüz bilmiyordur..

Bebeğini doyurmak, bitmek bilmeyen bez maceraları, uykusuz geçen geceler, her gaz sancısında " Bebeğime ne oluyor " korkusunun, işin üvertürü ve en kolay etabı olduğunu her anne gibi sonradan keşfeder. Daha ilk günden korkularla tanışır. Bebeğine aşık olur, hatta onun kulu , gönüllü kölesi olur.. Biraz da kişiliği gereği patalojik anne sınıfına yazılır.. Evham, aşırı titizlikle gözü hep bebeğindedir. Oyuncaklar hep kaynatıldığından, zavallı çocuğun yamru yumru olmamış oyuncağı olmaz uzunca bir süre. Hatta buluğ çağına eriştiğini anlamak istemeyen , anlamayan eczacı anne, oğluna sesi kalınlaştı diye antibiotik verir..

Anne-oğul garip bir ikilidir. Anne, xx small petite size olduğu için, hamileliğinde de bebeği ile dolaşırken de yaşlı teyzelerin ayıplayan bakışları," Kızım acelen neydi anne olmak için" sitemleri, ya da " Kardeşini de al , eve dön" ikazları ile karşılaşır.. 26 yaşında anne olduğunu hep anlatmak zorunda kalır..

Minik annenin , bebeği büyürken, ne yazıktır ki ıskaladığı anlar çokçadır...Hayata tutunma yıllarında çalışmak zorundadır. . Eczane uzun mesai gerektirir. Bir gün oğlunun gençliğini olsun beraber yaşayabilmek için işi gücü bırakır eve döner ama ,çok geç kalmıştır. Oğlu uçup gitmektedir eğitimi için.. Artık hayatında bavul hazırlama, yolcu etme, arkasından şişmiş göz kapakları ile dolaşıp, her şarkıda ağlama, deli heyecanlarla karşılama vardır. Korkuların zirve dönemleridir kıtalar arasında..

Tatil için geldiğinde bir gece babasıyla onu seyretmek, üstünü örtmek üzere odasına girdiğinde fark eder ki yatakta kocaman bir genç adam yatıyor. Gariptir ki baba da aynı şeyi hisseder.. Onların minik , pembe beyaz, yumuşacık bebekleriyle hiç ilgisi olmayan bir genç adam vardır bebeklerinin yatağında.. Sadece kirpikler, o güzel yüz aynıdır.... İşte o gece anne, geçip giden o güzelim yıllara çok yanar.. Onu yaşayamadığına, onunla oynayamadığı oyunlara...

Evet, Anne olmak nedir, öğrenip öğrenmediğimi, iyi anne olup olmadığıma ben karar veremem. Ama bu 41 yılda yaşadığım gurur, korkular, sevinçten havalara zıplamalar, gözyaşları, çektiğim acılar olmasaydı ben, ben olmazdım.. Bu güne dek onun adına yaşadıklarım beni ben yapanlardı.. Kimliğimin , kişiliğimin altında Özgür Ercan'ın annesi yazıyor.. O artık bir baba.. Hem de baba olmanın tüm sınavlarını başarıyla veren, doktora yapma noktasında bir baba, bir ebeveyn. Çok iyi bir gözlemci olarak bizim el yordamıyla yapmaya çalıştığımız ebeveynliği, gördüğü yanlışlardan arıtarak yapan ,çok ağır görevler üstlenmiş bir baba....




Sevgili oğlum, Ozzie, senin annen olmak; yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz her şeye değer.. Anneliği becerip beceremediğim sende saklı.. Ama benim bildiğim seni sevdiğimdir. Çok sevdiğimdir, tanımlanması imkansız , ölçümlenmesi mümkün olmayacak kadar ,hata yapmayı kolaylaştıracak kadar çok sevdiğimdir. Hayatıma kattığın, ben de sonsuza kadar yaşayacak can için , büyüdüğünde " Bebeğim nerede" geç kalmışlığımı o şahane iki çocukla telafi ettiğin, büyük sevgiler, tattırdığın gurur, anne olmanın erdemi, bende seninle oluşan Nesrin Ercan profili için, bize sunduğun anne-baba, babaanne-dede unvanı için; binlerce, milyonlarca , seni sevdiğim ölçüde teşekkür ederim. Çektiğim kırk iki saatlik sancıya, uykusuz gecelere, yerli yersiz tüm korkularıma, yaşadığım tüm hasretlere , yaşamak zorunda kaldığımız her şeye , her acıya değensin.. Sensiz ne ben ne Fikret Ercan bir şeye benzemezmişiz..

Dilerim güzel yüzlü, güzel ruhlu oğlum, hayat bundan sonra sana adil ve cömert davransın ..

Happy Birthday gözbebeğim.. ..Doğum günün kutlu olsun.. İyi ki doğmuşsun... Ozzie Ercan

28 Mart 2015 Cumartesi

Sevdiğiniz Birini Kaybettiğinizde İçinizde 40 Tane Mum Yanar!

Bilirsiniz bir acı yaşadığınızda anladığınız, anlamakta zorlandığınız, sizi kızdıran, delirten ya da direnme gücü veren bir sürü teselli çabası ile karşılaşırsınız. Dostlarınızın derdi size merhem olmak, size bir soluk aldırmaktır.



Bunlardan biri de " sevdiğiniz birini kaybettiğinizde içinizde 40 tane mum yanar, her gün biri söner. Son bir tanesi ömür boyu cılız bir alevle de olsa yanmaya devam eder." söylemidir..
Yarın deniz ve gök yüzünün rengini barındıran o muhteşem gözlerin kapandığının altıncı ayı. Bu teselli de yalanmış... Sönen mum filan olmadı. Kimi meşaleye döndü, kimi yanına yenilerini ekledi. Terslik ben de mi, senin yokluğunun acısında, ben de bıraktıklarında mı Ann...

14 Şubat 2015 Cumartesi

Ann gitti... Annie'm gitti!

Bugün sevgililer günüymüş.. Sevgili...
Sevgili dediğinizde akla yalnızca kalbinizi delice çarptıran, midenizde düğümler oluşturan ve size en mantıksız kararları verdiren mi gelir ya da gelmeli mi? Sevgili; flörtünüz, ilişkinin farklı boyutlarında dolaştığınız karşı cins ya da eşiniz midir sadece..

Hayır...Sevgili sözcüğü bu kadar basit değildir.. Sevmekten gelir.....Sevmek...

Hesapsız, koşulsuz ,elini taşın altına koyarak kollarını ve kalbin kapılarını ardına kadar açmaktır.

Nesrin Ercan sözlüğünde sevgili tanımının karşısında Biyolojik bağ, ten kokusu olmadan da sevilebilen yazar..
Bugün sevgililer günüymüş....Ticari, tüketime yönelik meşhur günlerden biri.. Anneler, babalar günü gibi.. Yoksun olanların içini kanatan günlerden biri..

Hiç mi anlamı yok? . Hayır var.. Whatsapp, mesaj delisi olduğumuz, beğeni ve sevgiyi noktalama işaretleri ile anlatacak kadar ruhsuzlaştığımız, yozlaşıp, kolaya kaçtığımız şu günler için yılda bir kez olsun insan olmaya dönüş için belki iyidir..

Sevgiler ,verilene teşekkür ve minnetler tarih verilmiş günlere sığmamalı... Anlayacağınız üzere Nesrin Ercan bu takvim işaretlerine karşı; karşıdan öte nefret ediyor.. Sevgili varlığını dört buçuk ay önce dönülmeyen yere yolculamış biri olarak bugün öyle acıtan bir şey ki...Hayatımdan sevgililer kayıp gitti.. Müfide, Mine..

Ann gitti...

Annie'm gitti. İnanması zor ama gitti. Çok zor kabullenmesi. O yokluk hali.. Onun bambaşka bir hayatta olduğunu kabullenme ve ondan mahrum kalma hali .. Zordan öte..

O ilk şaşkınlık , yalandan "O artık acı çekmiyor ,huzura kavuştu, açlık çekmiyor" tesellisi gitti.. Geriye dinmez bir kadere ,hayata öfke, anlayamama hali , koskocaman , doldurulamaz boşluk kaldı. Derin mi derin bir yara , cevabı olmayan sorular.. Neden benim oğlum, neden benim dünya güzeli torunlarım bunu yaşıyorlar. Neden, etrafına ışık ve sevgi saçan bu şahane kadın yaşamın sahnesinden bu kadar erken alındı. Niçin bu muhteşem anne çocuklarını sarıp sarmalayarak o sonsuz sevgisiyle büyütemedi.. Niye Ozzie , artık örneklerine çok sık rastlanamayan o güzel aşkıyla elele yaşlanma şansını kaybetti?



Cevabı bilen var mı ? Yok.. Kader demeyin, yazgı hele hiç demeyin, sakın dini yorumlar yapmayın.. Ne aklım, ne mantığım, ne yüreğim anlar ve kabullenir ve teselli bulur..

Ben özledim; ,sesini, telefon da Halllooo deyişini, canıım demesini, bastıra bastıra "annem benim"ini, esprisini, gülüşünü, dansını, şarkılarını, piyanosunu, tahinli tavuğunu, pumpking payını, uzun uzun müze çalışma ve projelerini anlatışını, kokusunu, "senin için Türk kahvesi yapabilir miyim annem" ini, Amerika'yı düşündüğümde Holyoke'deki evde onun Ozzie ve çocuklarla olduğunu bilmeyi, yemek yaparken şarkı söyleyip şarap içişini.. Ben Ann. E. Musser Ercan'ı yani sevgilimi özledim. Çok özledim.

Dayanılması zor bir biçimde özledim. Ben onu çok mu çok özledim.



Bugün ona güller gönderiyorum, çok sevdiği mor çiçekleri, Somewhere Over The Rainbow'u, Stay'i, Someone Like You ve yüreğimin olanca sevgisini yolluyorum..
Ey Sevgili Ann, Annie senin bana yazdığın gibi " Var olan ve olmayan Tanrım'a " senınle yaşadığımız yıllar için teşekkür ediyorum. Seni yaşamaya, senin için yaşamaya, senin emanetlerin için yaşamaya, senin Mika-Der'de yapmak istediklerini yapabilmek için yaşamaya çalışacağım.
Güzel kızım ışıklar içinde uyu. Sevgiler günün kutlu olsun....

7 Şubat 2015 Cumartesi

Biz herşeye, hayata rağmen şanslıyız!





Küçükken en yeni oyuncağınızı, gençlik yıllarınızda sevgilinizi, sonra çocuğunuzu ve nihayet çocuğunuzu uzun yıllardan sonra o en masum haliyle yeniden kucağınızda duygusunu yaşatan torun, torunlardır dilinizden düşmeyen....
Biz de " Fikret Ercan'la ben" her yerde , herkese Zeytin ve Ronan'i anlattık, fotoğraflarını gösterdik.. Dün gece Sevgili Eser'im " Eser Bayraktar" öyle bir sürpriz yaptı ki .. Öyle bir hediye sundu ki bize.. Yeni nişanlanmış genç kızın nişan yüzüğünden gözünü alamaması gibi gece uyudum uyandım o çok anlamlı hediyeye baktım. Ne miydi? Üzerinde Zeytin ve Ronan'in resmi bulunan I Phone kabı..

Teşekkürler Eser..Zeytin ve Ronan'i ta Amerika'dan alıp, elimize tutuşturduğun için... Acılarınızı, üzerinize sinmiş karabulutları ancak ve ancak dost ellerle iyileştirip savuşturabilirsiniz.
En iyi terapidir dostun dostlarınızın içten sevgisi.. Biz her şeye, hayata rağmen şanslıyız!